09 Kasım 2016

Kavim - Ahmet Ümit

  İlk Patasana'sını okumuştum Ahmet Ümit'in... Okuyanlar, bilirler. Arkeologların çalışmalarını, çalışmalarda çıkardıkları eserlerin o döneme ait anlatımlarını o kadar güzel tasvir etmiş ki. Uzunca bir süre, seçmem gereken mesleğin arkeologluk olduğunu düşünmüştüm. Tarih bana her zaman çekici gelmiştir çünkü. Yapıları, giyimleri kuşamları, insanların soylarına göre sınıflandırılması... Yani bilimsel kısmı değil... Masalsı kısmı. Efsanevi kısmı. Anlatılan kısmı ya da siz nasıl derseniz... Hikayenin başkişisi Esra'nın hayata tutunmaya çalışması, Patasana'nın tarih kokan tabletleri... Her romanında olduğu gibi bu romanında da içine hapsetmişti beni. Öyle bir şey ki bu, kitabı elinizden bir anlığına olsun bırakmak istemiyorsunuz ve daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, benim için büyük bir yazar olmak bu noktadan geçiyor. 'Sürükleyici ve bağlayıcı kitap yazabilmek...' Ahmet Ümit bu konuda çok yetenekli bir yazar. Belki de ben polisiye romanları sevdiğim için böyle düşünüyorumdur ama eminim böyle düşünen bir ben değilimdir...
Gaziantep Üniversitesi'nde düzenlenen Kitap Fuarı'na söyleşi ve imza gününe katılmak için gelmişti Ahmet Ümit. Bilmem, bilir misiniz; Gaziantepli kendisi. Kaçırmak istemedim böyle güzel bir kitabın yazarını. Ablam telefon ederek, 'Kavim'i de almamı söyledi ve önerisi üzerine aldım. İmzalatmadan gitmek olur muydu? İki kitap için iki buçuk saat sıra bekledim, hiç acımam. O kadar güzel bir deneyim ve sonunda o kadar güzel bir mutluluk olmuştu ki, anlatamam. Daha dün gibi gülüşü...


Kavim'in konusu, Ahmet Ümit, namıdiğer Başkomser Nevzat'ın Beyoğlu Karakolu'nda rastladığı yüzlerce cinayetten herhangi biriymiş gibi geliyor başlarda. Öldürülen adamın göğsüne saplı olan haç kabzalı hançer, cinayetin sebebinin din ya da ırkçılık meselesi olduğunu düşündürüyor. Ama aslında cinayet çözülmeye başlandıkça olayın hiç de öyle olmadığını anlıyorsunuz. Kendi kendinize 'Nasıl yani?', 'Yok canım!', 'Mümkün değil böyle bir şey!' cümlelerini sık sık kurmanıza sebep oluyor. Zaten olaylar o kadar başarılı tasvir ediliyor ki, hikayenin içinde siz de varmışsınız gibi, hatta bir karakter tam da sizmişsiniz gibi oluyorsunuz. Öyle ki, romanın bir kısmında o kadar etkilendim ki Ahmet abi'nin yazdıklarından, hani endişe veya korku duyarsınız da mideniz bulanır ya aynen o şekilde, midem bulandı okurken. Elim ayağım buz kesti. Baya etkisinde kaldım. Belki de yaşananlardan. Hissettirdiklerinden... İnsan en yakınındakini bile tanıyamıyor, güvenemiyorsa nasıl yaşayabilir ki? Defalarca kez soruyorsunuz bu soruyu kendinize. Sırtınızı yasladığınız insan, bi bakıyorsunuz sırtınızdan bıçaklıyor sizi. Gözünüzün içine baka baka yalan söylüyor... Biraz da onu görüyoruz aslında bu romanda. Yıllardır tanıdığımız, bildiğimiz insanı bile aslında tanımıyor olabiliriz. Kaldı ki iki günlük insana güvenelim... Bu arada, laf aramızda Cengiz Müdür her ne kadar yarı katil (Malik'i zaten o öldürmemişti ama başını keserek tuz biber ekti), Can da kesinleşmemiş olsa da seri katil olarak gözükse de, benim suçlu gördüğüm kimse yok. Herkesin kendince bir sebebi var...
Sıradaki, diğer imzalı, kitabım, 'Elveda Güzel Vatanım'
Keyifli okumalar. :)

Hiç yorum yok: