29 Haziran 2016

Yok Acının Bir Tarifi

Onuncu mu oldu bu, yirminci mi, otuzuncu mu?...
Daha kaçıncı olacak?
Daha kaç kere olacak?
Daha kaç kere patlayacak?
Kaç kere kanayacak?
Kaç kere ateş düşürecek evlere?...

İyi anlayabilmek için, daha çok acıyı paylaşabilmek için, bir şekilde harekete geçebilmek için daha kimin ölmesi gerekiyor. Annemizin mi? Babamızın mı? Ne bileyim, kim ölürse durdurulacak bu terör? Kimin kanı akınca duracak bu silahlar, bombalar?
İstedikleri kim?
Kimin canı?
Kimin malı?
Ne istiyor bu karaktersiz vatan hainleri?
 
Başka bir şehre gitmek istediğimizde hava koşullarını, ulaşımını, yemek kültürünü gözetmeyi ne ara bıraktık biz? Ne ara; 'Aman kızım, oğlum oraya gitmeyin!', 'Oralarda dolaşmayın!', 'Dikkat edin, kalabalıklara girmeyin!' diye uyarıları duyar olduk? Bu uyarılara aşina olduk? Biz ne zaman başımızı yastığımıza koyduğumuzda, derin bir uyku çekebileceğiz? Ne zaman; ha şimdi, ha yarın diye yaşamayı bırakacağız? Biz ne zaman korkularımızdan arınacağız? Çözümü ne zaman bulabileceğiz? ya da aslında o çözüm var mı? Bu sorulara cevap bulabilecek miyiz? Ben yapamıyorum. Ben tek başıma bu sorularla mı uğraşayım, yoksa yaşamaya mı çalışayım seçemiyorum.
Ben bu çaresizlikte boğulacağım.
 
Allah yâr ve yardımcımız olsun. Çünkü bizi başka kurtarabilecek bir şey göremiyorum... Ölenlerimize rahmet, yakınlarına başsağlığı dilerim.

27 Haziran 2016

Üniversite Kararlarım

Biraz nostalji yapalım şimdi...
Üç sene önce üniversite tercihleri yaptığım zamanlardı ve mantıklı düşünmeye çalışıyordum. Atacağım tek bir adım, hayatımda vezir mi, rezil mi olacağımın tek belirleyicisiydi çünkü. Öğretmenlerim aldığım puan ve sıralama doğrultusunda tercih yapmamam gerektiğini, bir sene daha hazırlanmam gerektiğini öneriyorlardı ama ben sıkıya gelemeyen bir insanım. Girdiğim bu sınava bile adam akıllı çalışmamıştım. Kaldı ki bir sene daha hazırlanayım... Yani herkese, bir sene daha hazırlanamayacağımdan yakınıp duruyordum, kimse beni dinlemese de...
İlk yerleştirmelerde kimsenin yardımı olmadan yaptığım tercih, cahilliğe denk gelmiş olmalı ki, yerleşememiştim. Üzülmüştüm ve neredeyse kendimi ikinci seneye endeksleyecektim. Ek kontenjanlar açıklandığında, babamla ciddi bir konuşma yapmıştım. Resme, müziğe, mutfağa ve daha belki de fark edemediğim bir çok şeye yeteneğim olduğundan bahsettim. Övünmüyorum. Başkalarının görüşü de bu doğrultuda ve onur duyuyorum. Bu yüzden üniversite tercihimi yeteneklerim doğrultusunda yapmam gerektiğini, ileride edineceğim mesleğimi sevmemdeki tek etkenin bu olduğunu söyledim. O bize hiçbir zaman baskıcı olmadı. Bunun bazen zararını görmüş olsam da, yararları tüm zararlarını yok ediyordu. 'Tamam' dedi. 'Tamam, ne yapmak istiyorsan, nereyi yazmak istiyorsan yaz.' Neredeyse üç gün sabahlara kadar internette okulları araştırdım. Taban puanları, sıralamaları, kontenjanları, bölümleri... Hepsini kategorize ederek sayfalara ayırdım. Sürekli babamın peşindeydim. Şu mu, bu mu, onu mu yazsak, hangisi daha iyi sence?... Evde duramaz, iş yerine bile giderdim. En sonunda bir fikir ortaklığına vardık. İki yıllık sağlık bölümleri de dahil, aşçılık, tasarım, grafik ve sınıf öğretmenlikleri yazarak tercih listemi tamamladım. Birkaç gün içinde de açıklandı zaten...
Gaziantep Üniversitesi, Tekstil ve Moda Tasarımı gelmişti. Küçüklüğümden beri çizdiğim elbiseleri gören herkesin, 'Sen modacı ol kız, ne güzel şeyler çiziyorsun!' demesi, kırkı geçti belli ki. Bunun gerçekleşmesinin başka bir açıklaması olamazdı. Yeteneklerime ben de her zaman güvenmişimdir. Bu yüzden bu okula kaydolduğum ilk günden beri üzerime yüklenen gurur ve azmi size anlatamam. Özellikle bu dönemi o kadar gözde, o kadar başarılı kapattım ki; dillerden düşmemek beni daha da mutlu etti. Daha da başarılı olmamı sağladı.
Övülmenin ya da sevilmenin insanlar üzerindeki etkileri veya vücutta meydana getirdiği duygu değişimleri hakkında bir tez sunamam size burada. O konuda yeterli bir bilgi sahibi değilim ama bunlar benim için, içimde enerji meydana getiren şeyler. Sevildiğimi ve gözdeleştiğimi fark ettikçe daha çok iş yapmaya başladım. Daha çok heveslendim... Okula derse erken giderdim. Ders biterdi geç çıkardım. Dersim olmadığında da giderdim. Evdeyken bile sürekli bir şeyler dikerdim, makinem olmadığı halde (tabii şu an bir makine sahibiyim...). Hatta iyi hatırlıyorum; henüz gömlek kalıbını görmemiştik, ben evde kalıbı çıkartıp, kolsuz ve yakasız bir gömlek dikmiştim. Derste hoca onun üzerinden beden kalıbını anlatmıştı. Bir öğrenci böyle şeylere tanıklık ettikçe, önayak oldukça dersini daha çok sever tabiki. Okula daha çok bağlanır. Mesleğini sevebilecek kıvama gelir. Yani bu konuda öğretim görevlileri ve arkadaş çevresinin de çok etkisi var. Dezavantajları da gözden kaçırmamak lazım... Mesela bu denli başarınızı kaldıramayacak, kıskanacak, ayağınızı kaydırmaya çalışacak insanlar olacaktır ve şaşırmayın, bu en yakın arkadaşınız da olabiliyor... Ben bu olayı iliklerime kadar hissederek yaşadım ama hiçbir şey beni yıldırmadı... Sizin ailenizden, mesleğinizden ve yanınızda gitmeyeceğinden emin olabileceğiniz birkaç dosttan başka hiç kimseye ihtiyacınız yok. O yüzden takılmayın kimseye...
Ek kontenjanla gelmiş olmak, sınıfta ilk başlarda dışlanmama sebep olsa da; zamanla sevilen ve her arkadaş ortamında aranan biri oldum. Kimseyle can ciğer değildim ama herkesle muhabbetim vardı ve inanın bana; bu her şeyin en iyisi. Hani bir laf var ya, 'ne kadar az insan, o kadar çok huzur' bunu üniversitede en güzel şekilde görüyorsunuz. Şimdi diyeceksiniz 'ne alakası var yaa, çok arkadaşım olacak benim. ortamlardan ortamlara akacağız. Dört sene de kanka takılacağız.' gülerim. Üzgünüm ama şanslıysanız, bu durumun bu şekilde olmadığını ikinci sınıfın sonunda anlamaya başlarsınız. Şanslı değilseniz zaaaten birinci sınıfın sonu ya da ikinci sınıfın başında fark edeceksinizdir. Üniversite ortamı tamaaamen menfaat ortamı. Eğer amacınız üniversite okumak, bir an önce okulu bitirip, meslek hayatına atılmak ise; ilk olarak hiç kimseyi ve o hiç kimse kategorisine koyacağınız 'arkadaş' sıfatındaki insanların söylediklerini umursamayacaksınız. Gerekli, gereksiz her ortama gitmeyeceksiniz. Çok arkadaş edinmeyeceksiniz... Yani ben size demiyorum ki, oturun ot gibi yaşayın ama her şeyin bir tadı, dozu var. Bu dozu bilerek okuyun. Büte de kalın, hatta abartmamak şartıyla dönem de uzatın ama dediğim gibi; abartmayın...
İkinci sınıfı bitirdim, üçe geçtim. Bazı okullarda uygulanan Farabi programına başvurdum. Belki duymuşsunuzdur, Erasmus'un yurtiçi olan versiyonu. Yani okulunuzla, anlaşmalı olan okullarda bölümünüz varsa; güz, bahar ya da güz + bahar olmak üzere gidip eğitim görebiliyorsunuz. Bu durum size farklı akademisyenler, farklı öğrenim teknikleri, yeni arkadaşlar ve yeni ortam kazandırıyor. (Son ikinin kazanç olup olmaması konusunda pek emin değilim aslında...) Açıkçası babam dahil, birkaç kişi daha bunun gereksiz olduğunu söyledi. Onların açısından bakınca, haklı sebepler görebiliyorsunuz ama ben olmak istediğim yerde değilsem, mutlu olabileceğimi sanmıyorum. Olmak istediğim yer başka yerdi. Denemek istedim... Gazi Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi'ne başvurdum. Gazi Üniversitesi'ne kabul edildim. Önümüzdeki dönem, yani üçüncü sınıfı Ankara'da okuyacağım. Tamam, Gaziantep'i çok sevdim, sevildim. Alıştım, kurulu bir düzenim vardı ama ne olursa olsun, mesleğim gereği her şeyi yapabilmeliydim. Beni diğerlerinden ayıracak olan şey, seçilmemde bir adım öne atlatacak olan şey buydu. Farklı olmam... Kurulu düzeni bozabilmek, bir yerden ayrılabilmek, yeni bir yere aşılabilmek her yiğidin harcı değil tabi. Belki de boyumdan büyük bir işe kalkıştım ama iyi hissediyorum. Geriye kalan şeylerin ne önemi var ki? Bana şans getireceğine inanıyorum. Kendimi suçlu ya da pişman hissetmiyorum. Vazgeçmem gereken bir şey varmış gibi de gelmiyor bana. Bu yüzden içim rahat...
Öğretmenlerim, okuldan ayrılırken beni çok sevdiklerini, gitmemi içten içe istemediklerini ama başarıma katkısı olacağı için desteklediklerini ifade ettiler. Ciddi bir duygu seli :) Neyse ki, Selçuk Üniversitesi'ne yazın yapmayı düşündüğüm 'yatay geçiş' gerçekleşmezse, dördüncü sınıfa geri döneceğim. Bir de bu durumun, yani Farabi Programı'nın en güzel özelliği, gitmelere alışıyorsun. Tamam, bununla övünmüyorum ama bir yere bağlanıp da ayrılmak kötü hissettiriyor. Alışmamak, bağlanmamak en iyisi...
Lafın kısası... Aileden uzak (hatta bayaaa uzak) üniversite okumak ne kadar zor olsa da, o kadar tatlı ve eğlenceli geldi bana. Başlarda özlüyorsun falan ama bir süreden sonra, okulun olduğu şehirden ayrılasın gelmiyor. Memlekete gitmek istemiyorsun. En azından benim için bu böyleydi... Konu ailene gitmemek değil, yanlış anlaşılmasın sakın. Olduğun yere alışmak... Tüm mesele bu...

Alışmayın. Hiçbir yere. Hiç kimseye. Hiçbir şeye...

not: Üniversite adaylarına bol şans! Şansa çok ihtiyacınız olacak gibi... :) Allah yardımcınız olsun kardeşlerim.